Hakkımda

Fotoğrafım
gelip geçerken kancasız oltama takılanlar;

30 Nisan 2012 Pazartesi

My way..

Bazen bir ezgiye tutununca sözler ne kadar kısaltır yolu bazı varışlar için. ÖTE'denBERİ yapmamız gereken neyse onu yapmak,  ve kendimizce yapmak gerekmez mi ?
Muhtemelen çok bilinmeyen bir durum şarkının orjinalinin Fransız olması.  Claude François, Jacques Revaux, ve Gilles Thibault tarafından Comme d'habitude / her zaman olduğu gibi orjinal adıyla  şarkıcı France Gall'ın Claude ile ayrılığının ardından yazılmış. Frank Sinetra'nın sesinden dinlediğimiz İngilizce ve çevirisini paylaştığım sözlerin sahibi ise Paul Anka..

 Frank SİNETRA, my way ile OTE'denBERİ bizlerle...


BENİM YOLUM
Hayatı dolu dolu yaşadım
Her yolu baştan sona dolaştım
Ve dahası , çok daha fazlası,
Hepsini keyfimce yaptım!
Pişmanlık mı?var elbette biraz
Ama sözü edilmeyecek kadar az
Hep yapmam gerekeni yaptım
ve hepsine istisna olarak baktım
Evet , oldu bazı zamanlar
Eminim hatırlayacaksınız
Çiğneyebileceğimden fazlasını
Umarsızca ısırmıştım
Ama bütün bunların yanında
Bir an bile şüphe duyduğumda
Hemen yuttum o lokmayı
Ve tükürüverdim dışarı
Yüzleştim tümüyle
Ve hep bastı ayaklarım yere
Hepsini yaptım keyfimce
Sevdim ,güldüm ,ağladım
Kaybetmekten payımı fazlası ile aldım!
Ve şimdi …yatışırken göz yaşlarım,
Hepsini gülümseyerek hatırlarım!
Düşündüm de bütün bu yaptıklarım…
Utanç duymadan anlatılır mı?
Utanç mı?
Hayır , hayır , bu ben değilim!
Ben hepsini keyfimce yapanım...

Eflatun

ÖTE'denBERİ' ye gözü değen herkesin okumasını önereceğim bir başyapıt.

DEVLET - Eflatun
Zonguldak, Mehmet Çelikel Lisesi'nin unutulmaz Öğretmenlerinden sadece biridir Saffet Oruç (1969-2000).  Nam-ı diğer "sıfırcı Saffet".  Benim kulağımda hocamdan kalan en can alıcı öğüt; "adam olmak için okumanız gereken tek kitap Eflatun'un "Devlet" adlı eseridir. " olmuştur.
Yıllar sonra bu sözü dinleyip eyleme döktüğümde anladım ki, sevgili Saffet Hoca çok önemli bir rehber sunmuş bize henüz on'lu yaşlarımızda, kendimize varmamışken, aranırken doğru yollar seçelim diye. Kendisine saygı sunarak yer veriyorum ÖTE'denBERİ' de bu öğüde.

"Devlet", topluma hizmet için bulunan her kademediki her bireye okutulması, öğretilmesi gereken akli ve ahlaki, varılmış kurallarla rehberlik ediyor.


Doğada, ahlak ve toplum yaşamında mutlak ve değişmez olanın peşinde koşmuştur Platon.


aklın yolu bir der gibi Eflatun bu resminde Raffaello'nun çizimiyle. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat sürmekle elde edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi “evrendoğum”, güvencesi “ölümsüzlük”, yaşamsal sığınağı “devlet”tir.
Eflatun, bütün yaşamı boyunca hocası Sokrates'den edindiği ilham ile gerçek bir ahlakçı olarak kalmış, tüm bu kuramları, etik ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir. Sokrates ve Eflatun'a göre felsefenin ana ereği, insanın mutluluğu ve yetkin yaşamının sağlanmasıdır.



Rafaello'nun çizimiyle Eflatun..

27 Nisan 2012 Cuma

Köy Enstitüleri

Bugün kendimle konuşurken ÖTE'denBERİ 'ye gözü değen'e hatırlatmalı dediğim koca bir başlık düştü aklıma. Birilerinin en iyi yapımı ile birilerinin en kötü yıkımının ortak adı, Köy Enstitüleri.   Bakınayım web'de neler var derken Doğan HIZLAN'ın  önünde eğildiğimiz tecrubesinden dünden bir önce ve dün tarihli  iki yazı ile kesişti günüm; paylaşıyorum, ÖTE'denBERİ duyduğumuz ilgi iznimiz olsun. Aynı başlıkta, Uğur Mumcu'nun sesine kulak verelim önce selam sevgi uçurarak bizi izlediği göğe...


Köy Enstitüleri'ni yeniden anımsamak

TÜRKİYE'DE ne zaman eğitim konusuna eğilsek, Köy Enstitüleri üzerinde düşünmek gerekir.

O deneyimin birçok köy çocuğuna eğitim olanağı sağladığını, onları birer bilinçli aydın düzeyine çıkardığını her kuşağın öğrenmesi şarttır.
Eğer o eğitim seferberliği sürseydi, bugün birçok kişinin ve haliyle ülkenin kaderi değişirdi.
Köy Enstitüleri'nden yetişen yazarlar sayesinde, gerçek bir köy edebiyatı yaratıldı. Bugün de Anadolu'nun eğitim serüvenini, bütün tarihini öğrenmek için bu yazarları okumalıyız.
Enstitülerin kurulmasında iki adı, bu konu gündeme geldiğinde, mutlaka anacağız:
Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç.
Daha önce Köy Enstitüleri ve önemi hakkında çokça yazmıştım. Yine anmamın sebebi, iyi hazırlanmış, geniş kapsamlı ve kaçırılmaması gereken bir sergiyi yazacağım için...
Bu serginin iki ciltten oluşan albüm/kataloğunu da almanızı salık vereceğim.
Çünkü Tonguç ve enstitü hakkında önemli bilgiler, derinlemesine incelemeler ve hiçbir yerde göremeyeceğiniz çok etkileyici fotoğraflar var.
Serginin adı Düşünen Tohum-Konuşan Toprak/Cumhuriyet'in Köy Enstitüleri 1940-1954.
Sergideki fotoğraflar ve panolardaki bilgiler, eski kuşak için bir bilgi tazeleme, yeni kuşak için de bir bilgi hazinesi niteliği taşıyor.
* * *


ENGİN TONGUÇ, Sunuş'ta serginin, hazırlanan kataloğun önemini belirtiyor:
“Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nde açılan, İsmail Hakkı Tonguç'un fotoğraflarının ve kişisel arşivinin de yer aldığı bir Köy Enstitüleri sergisiyle yıllardan beri düşündüğüm bir özlemim gerçekleşmiş oluyor. Açılacak serginin önemi ve değeri, ülkemizin en sağlam, en ağırbaşlı ve ciddi bir vakfı tarafından yapılmış olmasıyla daha da artmaktadır. Suna ve İnan Kıraç Vakfı'nın bu sergiyi açma kararının, ülkemizin eğitim sorunlarına, bu sorunların çözümü için en doğru seçenek olarak birçok aydın ve bilim adamınca kabul edilen Köy Enstitüleri hareketine yakın ilgi duymasının, tanıtımına katkıda bulunmak istemesinin anlamı büyüktür. Bu ilgi, yıllardan beri Köy Enstitüleri'ni unutturmamak, tanıtmak ve topluma benimsetmek için uğraş veren bizlerin azmini, çalışma istek ve şevkini güçlendirmiştir. Tarihimizde, kurulmuş ama sonra yok edilmiş ve unutulup gitmiş birçok değerli kurumun, kuruluşun acı örnekleri vardır. Köy Enstitüleri hareketinin de bu sona uğramaması için verdiğimiz savaşı Suna ve İnan Kıraçc Vakfı'nın desteklemiş olmasından kıvanç ve onur duyuyoruz.”
Fotoğrafları gördüğünüzde, enstitüde okuyanların gündelik yaşamlarını, eğitimi gerçekleştirebilmek için nasıl çalıştıklarını, her türlü zorlu koşulu aştıklarını fark edeceksiniz.
Ardahan'a Dursun Akçam Kültür Merkezi'ne giderken Cılavuz Köy Enstitüsü'nü gördüğümde, eğitim zaferini canlarını dişlerine takarak başardıklarına karar verdim.
Serginin küratörü ve katalogların editörü Ekrem Işın, Cumhuriyet'in Şahdamarı: Köy Enstitüleri yazısında, enstitülere emek verenleri ve eğitim felsefesini anlatıyor:
“Yeni insan yetiştirmek, ayrıca ulaşılması hedeflenen demokratik düzenin de temeliydi. Cehalet yüzdesi kabarık bir toplumda bu hedeflerin gerçekleşmeyeceği, dahası sağlam insan harcıyla örülmemiş çürük demokrasi yapılarının yakın gelecekte toplumun üstüne çökeceği ve ülkeyi bir enkaz alanına çevireceği çok açıktı. Bu bilinç ve bakış açısı, erken Cumhuriyet eğitimcilerini Türkiye gerçeğine uygun projeler etrafında toplamakta gecikmedi. Mustafa Necati ile başlayıp Saffet Arıkan ve Hasan Âli Yücel ile zirveye ulaşan yönetici kadroyla büyük uyum içinde çalışan Rüştü Uzel ve İsmail Hakkı Tonguç gibi yetenekler bu sayede kendilerine ortak yol seçme basiretini gösterdiler.
Tonguç kuşağının eğitim felsefesi iki önemli ilkeye dayanıyordu: Gerçeklik ve basitlik. Bu ilkeler Tanzimat'la başlayan modern eğitim karmaşasının hiçbir zaman göz önünde bulundurmadığı, benimsemediği ilkelerdi.”
Atatürk Dönemi Eğitimine Genel Bir Bakış başlıklı yazısında; Turan Tanyer, bizim enstitüleri eğitim sistemimiz içine oturtmamızı, daha sağlam verilerle değerlendirmemizi sağlıyor.
Melih Duygulu'nun Köy Enstitüleri'nde Müzik Eğitimi yazısı, çocukların müzikle ilişkisini anlattığı için çok önemlidir...


Doğan HIZLAN, 25 Nisan 2012, Hürriyet

26 Nisan 2012 Perşembe

yol üstündeki semender

Gerard de Nerval'in bir cümlesi ile çıkıyorum yola. Çetin Altan bir yazısında; şairin dediği gibi "cahillik öğrenilmiyor"  diye geçiriyor. Sonra "Gerard De Nerval"  adında bu şiirle kesişiyor günüm. Bazıları isminin kaleminden çıktığını sanmış ama, şiir Ahmet OKTAY imzalı...
"yol üstündeki semender" adlı bir intihar şiirleri antolojisi mevcut yazarın. Her bir şiirinde intihar etmiş bir şairi şiire dönüştürmüş. 1987'de Behçet Necatigil Şiir Ödülü almış kitap. Gerard De Nerval'ın, intiharından önce karaladığı bir cümle de ve başka başka dizeleri de bu şiirde yol bulur...







Ahmet OKTAY,
şiirlerini yazdığı
gönüllü göçmenlere
söylenir gibi bu karede..
-ne gereği vardı !





GERARD DE NERVAL

Siyahın gezginiyim: Her gün daha derine
Yanar akşamla caddede vebalı lambalar,
Bezgin, sıkıntıyla bakar herkes benzerine;
Redingotlarıyla mumya gibi otururlar
İş yerlerinde, kahvelerde. Ve akar zaman.
-Birden söner uzak bir yıldız gibi yaşaman-
Demek isterim, alımlı kadının birine.

Çünkü kanar "bir mezarda bırakılan aşklar":
Adrianne! Jenny! Yıllardır bakir bir dulum ben,
Avuntu bilmez. Nafileydi tüm yolculuklar
O arayış: Kara güneş içimdeydi zaten.
Gittim harfin ve sayının bilinmez ucuna:
Ölü yüzüm çekilmişti gecenin burcuna,
Korkmadım sokağa hapsediyorken kapılar.

Adoniram! Hançerle sınandı ustalığın
Ve açıldı gül gibi Toht Kitabı'ndaki giz:
Herkes iki'dir. Ben kimin öteki adıyım?
Söyle: Bulmak mıydı amacın ey yitik ikiz.
"İçimizde bir oyuncu, bir seyirci yaşar"
Ve "akıl ürünleri delilikten de çıkar"
Kazıyınca pıhtısını o yıkık zamanın.

Melek gülümsemiyor artık Öteki Anam,
Çekil! Çünkü
"siyah ve beyaz olacak gece."

Ulaşır mı yaralı hayvan gibi bağırsam
Sesim bencil, sevgisiz, muhkem ev içlerine?
Onulmazım. Çağcıl kentin yabanıl yitiği.
Tek giysim vebalı ışıklarla melankoli,
Bir redse kurtulmak bile istemem yazgımdan.

İki'yim: Yakalandım sokakta çırılçıplak
Ve giydirildim başkalarının sözleriyle.
Ah! Karanlığa giren görür beyazı ancak,
Hangisiyim? Biliyorum kimin gözleriyle?
Ne yapsak silinmiyor ruhtan geçmişin izi
Yaşamak kadar ölüm de çağırıyor bizi,
Geçiyorum sokağı fenerle konuşarak

Hem yaşamın imidir hem ölümün her fener

ben, ben olmalıym !

 I gotta be me;
Doğruyum  ya da yanlış, kendim olmalıyım..
Kendim olmaktan başka ne olabilirim ki...
.....
.....
Yalnız olacağım, böyle olmak zorunda..,
kendim için doğru değilsem başkası için de asla doğru olamam...


Sammy Davis Jr. / I gotta be me

25 Nisan 2012 Çarşamba

An'lar...



yer,
zaman,
mekan hepsi aynı..
anlık bir bakış,
içten bir gülüş,
tek yüzde iki ayrı dünya...
 -Katharine Hepburn-




1935 yapımı romantik komedi 
Sylvia Scarlett'dan iki kare  


 

20 Nisan 2012 Cuma

üç en tuhaf sözcük

insanlık için yapabileceğimin en iyisini yaptım iç huzuru ile bir fincan kahve ve bir dal sigarının siyah-beyaz uyumu... 

SZYMBORSKA'nın  kalemine ilk uğrayışım tekrar üzülerek belirtiyorum, ölüm haberi ile olmuştu.

OTE'denBERİ  zıtlıkların dengesinde dimdik duran huzurun fotoğrafını şairin manalı dizeleri ile sunar...

gelecek dediğim anda
ilk sesli harfi çoktan tarihe karışmış oluyor
sessizlik dediğim anda
onu yok ediyorum
hiç dediğimde
hiçlikten elle tutulur bir şey yapıyorum

Üç Büyük Usta

Okuma tembelliğinde değilseniz koşaradım okuyacağınız bir anlatımla,  Zweig'in okunması tavsiye edilmeli eserlerinden biri.

Zweig, 20 Ekim 1981'de Viyana'da doğdu. Hayatı boyunca her türden resmi ödülü reddetti. Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte, yarattığı bir çok kahramanı gibi intihar etti. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha varolmayacağı düşüncesi neden oldu.
İntiharından önce yazdığı not;


“Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeğe kendimi mecbur hissediyorum: Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya'ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanım konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan, ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yoketmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu.

Ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz gücüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması, her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor.

Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler!Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”


Stefan Zweig'in usta kaleminden "Üç Büyük Usta"; Orjinal adıyla DREİ MEİSTER


 



BALZAC
DıCKENS
DOSTOYEVSKİ


"Dostoyevski'nin kahramanları ancak yeni insanı doğurdukları zaman gerçek camianın içine girerler.
 Balzac'ta kahraman toplumu hakimiyeti altına aldığı zaman zaferini kutlar.
 Dickens'ta ise sosyal sınıfa, burjuva hayatına, aileye, iş yaşamına iyice uyum sağladıktan sonra. " 
                                                   Stefan Zweig

19 Nisan 2012 Perşembe

Akıllı Arzular

Elvan Demirkan...
Dün gece KRAL ÇIPLAK tı yine. Elvan Demirkan; gülen kahkahası fonda, ağız dolduran gür sesi ile tok cümleler kurdu. Konuştuklarına hakim ve sahiplikten eksik kalmıştı sohbetinde hmm, eee, şöyle vs gibi duraklar. Durak fakiri duru konuşulanlardan elime yazdım adını sabaha bakınayım da, neler söylüyor, yazıyor bakınayım diye.


Akıllı Arzular'ı ; yazarından -> ELVAN DEMİRKAN'dan kendini tanıma, hissedebilme yaklaşımları... olarak anlatıyor ///idefix/ . 

...dinlediklerimden süzdüğüm şu ki; Elvan'ın hiç öyle dünya yanarken siz serin kalın demek gibi bir sahte çabası yok. "Dayanıklı, esnek, iyileşebilen, yenilenebilen ve uyum sağlayabilen bir sistem"e kavuşması için bireyin kendini tanıma ön şartına inmeye ya da çıkmaya rehberlik etmek...  


Yeni bir kitap almayalı uzun zaman olmuş baktım, saat geçiyor...


diyorki; "Gerçekte kim olduğumuz ve 'beğenilme endişemiz' arasındaki mesafeyi kapatabilmek için yazıyorum"

diyorlarki ; “Elvan Demirkan üzerimize karabasan gibi çöken stresi neredeyse seven birisi! Stresten kurtulmanın değil, sağlıklı bir şekilde uyum sağlamanın yollarını anlatıyor.”Elele

yazarın diğer kitapları;
Hayatla Mücadeleden Yaşamaya Geçiş
Erken Akıllan, Geç Yaşlan
Hayalden Gerçeğe Mutluluk

18 Nisan 2012 Çarşamba

öteden ...1978'

Ilığa çalan  soğucak bir ayın ilk on gününe denk gelir ilk nefesim,  ilk göz temasım dünya ile, ilk açlığım. İlk tokalaşmamızı hatırlamıyorum. İlk kanayan yaramı da ya da aşka açan ilk gamzeyi! Babacım, otuza kadar sayabilyorum diye 83'te dirseklerimi sıraya dayatmış. O zamndır okur, yazarım.
ÖTE'denBERİ dolanır, bazı an'lar,  ı' yı takmış peşine anı olmuş....


*Yerli malı haftasında Anacığımın Kıbrıs'tan gelme yemek takımının parçalarından birini kırdığıma hüngür hüngür ağlarken ben, çok sevgili Gülnuş öğretmen'in "cana gelen mala gelsin" diyen tesellisi..tam da sol yandaki gibi  bir şeydi...


*Okul yolunda, dere kenarına düşen yandayım. Yer Zonguldak Asma. Asma deresinden Dilaver'e çıkan seyirde, kocaman mavi Ekaye otobüsünün rüzgarına kapılıyorum, yaprak gibiyim o an, dere kenarındaki kar yığınının üstüne seiyorum ben de. Mavi parkam üstümde, ben kar üstünde...Karalar içinde, Karaelmasın sürmeli amcalarından biri el veriyor...Yıllar sonra buradan, - teşekkürler ! Sol yan ora..

*Müzik dersindeyiz; "büyüleyen gözlerinle yeşil yeşil bakıyorsun" 'u söylüyorum Nalan Altınörs tadında. Ve öğretmenim "tekrar söyler misin?" diyerek şenlendiyor beni, sesimi açıyorum; bü yü leyen gözlerinle ye şil......

*Kayıt olmaktayım ortaokul kısmına. İki elim belimde, efeleniyorum. Büyüdüğümü mü mühürlüyordum nedir ? Üzerimde çok sevdiğim maviler;  kısa kollu, beyaz manşetli, tek cepli, bebe yaka gömlek, kısa mı kısa pantolanumla; beni kaydedin de ne halt yerseniz yiyin edasındayım. Ve çok sevgili Yahya Hocam, "indir kollarını" diyor, yarı tebessüm eden, yalancı sert, pek yakışıklı haliyle...(Kayserili eşi, Gülseren teyze fırında mantıyı gerçek eylerdi o zamanlar)....

KENDİMDENGEÇİPKENDİMEVARIYORUM...


Türk kahvesi ferahlığında, bulutlarla buluşturan bir ezgi ve "kadife ses"'in manasında demirli bir ses,   Dean Martin...

17 Nisan 2012 Salı

YATARCA

yorulmadan dinlenmek için harcadığımız zamanlar...
yatağa - yastığa olan düşkünlüğümüzden düşüp kalkamadığımız
ya HEP er, ya HEP geç zamanlar...
dünya ile bağlantımız kesildi bir zaman, kuramıyoruz yeniden...
"bezgin bekirist" korosundayız horul horul...
yaşayan ölülerden kalmak istemiyorum...
ben zombi değilim, ben zombi değilim, ben zombi değilim.............
ben zomb değili, be zom deği, b zo değ, z de, d...uhrrrr pişşş


THE RAT PACK

The Rat Pack (Fare Çetesi) İlk olarak Humprey Bogart’ın liderliğinde şekillenmeye başlamıştı. Bogart’ın eşi Lauren Bacall, sahneden sarhoş bir şekilde inen Bogart, Sinatra ve diğerlerini gördüğünde onlara; “tam anlamıyla allahın cezası bir fare çetesi gibisiniz!” dediği anda gruba aranan isim bulunmuştu: “fare çetesi”.


 Humprey Bogart’ın ölümünden sonra, Frank Sinatra grubun liderliğini devraldı. Dean Martin ve Sammy Davis Jr.’la birlikte artık kemik kadro oluştuktan sonra Shirley Maclaine de “onursal maskot” olarak gösterilerde yer almaya başlayınca, Las Vegas sahnelerinde yeni bir tarih yazılmaya başlanmıştı. Ama “soylu” Frank Sinatra’nın bu ismi hiçbir zaman sevmediğini belirtelim; o gruptan bahsettiği zaman “the summit” (zirve) sıfatını tercih ediyordu.

Ne yazık ki artık varolmayan Las Vegas’taki Sands Hotel, grubun şov üssü olmuştu. O güne kadar bir araya gelmiş şov topluluklarının en ünlüsü olarak bir anda parlayan THE RAT PACK, sahnede şarkılar, danslar ve esprilerle izleyenleri coşturuyordu. “Robin and the Seven Hoods” ve “Ocean’s Eleven” bütün çetenin tam kadro yer aldığı filmlerdi. Ancak çetenin ulusal çapta ses getirmelerini sağlaması John F. Kennedy’nin seçim kampanyasında yer almalarıyla gerçekleşmişti.




Altmışlı yılların ortalarında yollarının ayrılmasından sonra 80’lerin sonlarında tekrar bir araya gelen grup eski heyecanı tekrar yakalayamamıştı. Dean hastalığından dolayı birkaç gösteriden sonra bırakmak zorunda kaldı. Zaten Sammy 1990’da, dean 1995’te, Frank ise 1998’de hayata gözlerini yumdu.






16 Nisan 2012 Pazartesi

KONYAK..

İyi konyak kokusu ile kendini belli eder;
Hoş ve cezbedici kokuyorsa iyidir, ispisto gibi kokuyorsa şüphelidir.
Renk çok önemli değildir; kanunlaştırılmış yapımında karamel kullanımına izin verilir rengi için.
Kadehi çalkaladığınızda damlalar ne kadar ağdalı, hacimli ve akışkanlık dolu dolu ise o kadar iyidir.
Küçük bir yudum aldığınızda boğazınızı kaba bir alkol yakmamalı, ağzınızı tırmalamamalı,
yumuşak, dinlenmiş, olgun bir içki boğazınızdan aşağıya bir kadife gibi akmalı. İyi bir konyak böyledir.

Şapka çıkartılan konyaklar;

Hennessy...

Hine...

Courvoısıer...

Camus...


Remy Martin...


Tuğrul ŞAVKAY derki...

Swissotel the Bosphorus'taki Şarap Dostları Derneği'nin şubat toplantısı muhteşem bir konyak tadımına ayrılmıştı. Dünyanın en ünlü konyak uzmanlarından Hennessy'nin satış direktörü Armanyaklı Bay Chapeau ve Medoclu şarap şövalyesi eşi Bayan Chapeau toplantının onur konuklarıydılar. Onur konuğu olmanın ötesinde, tadımı bizzat Bay Chapeau yönetti.

Şarap dostlarının şarap tadımı dışındaki çalışmaları garip gelebilir. Oysa unutulmamalı ki, konyak da bir şaraptan yola çıkılarak yapılmakta. Şarap yoksa, konyak da yok! Zaten hikâye de üçüncü yüzyılda Roma İmparatoru Probus'un şimdiki Konyak bölgesinde bulunan Saintonge bağlarını ihya etmesiyle başlamış.

Onikinci yüzyılda bir başka soylu, Onuncu William, Poitou bağlarını ıslah etmiş. Hemen bir yüzyıl içinde bu bağlardan elde edilen üzümlerle yapılan şaraplar, Kuzey Avrupa'da çok beğenilmiş. Damıtık içki uzmanı olan Felemenkler, Konyak'tan aldıkları düşük alkollü ve yüksek asitli şarapların uzun yolculuklara dayanmadığını görünce, bunları damıtık birer içkiye dönüştürmeyi akıl etmişler. Yani konyağın mucidi, çoğu kişinin sandığı gibi Fransızlar değil, Hollandalılar. Ancak şarabı iki kez damıtmak -ki, konyağın temel bir özelliği bu- fikri de Fransızlara ait. Bu yıllarda bir de gemilerde Limousin fıçılarda taşınan konyağın geliştiği görülmüş.

Fransızların bu işleri -yani bu bağlamda içki yapımını- çok ciddiye aldıkları malum. Konyak yapımında da aynı ciddiyet sözkonusu elbette. Konyak imalatı 1909 yılında çıkartılan bir kanunla düzenlenmiş. Konyak yöresi yine kanunla tanımlanmış. Bağlar kadastro görmüş. Üzüm çeşitleri tespit edilmiş. Hangi üzüm çeşitlerinden ne oranda kullanılabileceği yazıya geçirilmiş. Elde edilen damıtığın kaç yıllık meşe ağaçlarından yapılmış fıçılarda ne kadar bekletilmesi gerektiği kayıt altına alınmış. Yeri geldi mi bilmiyorum ama, ben yine de söyleyeyim: Ancak bütün bunlardan sonra elde edilen içkiye ‘‘konyak’’ demek mümkün oluyor!

FIÇIDA OTUZ AY 15 Mayıs 1936 ve 13 Ocak 1938 tarihli kanunlara göre konyak yapımında yüzde doksan oranında Ugni Blanc, Folle Blanche ve Colombard sepajları (yani üzüm çeşitleri) kullanılabilir. Yüzde onu aşmayacak oranda ise Blanc Rame, Jurançon, Montils, Semillon, Select sepajları şaraba katılabilir. Aynı yasalar imbiklerin mutlaka yüzde yüz bakır olmasını öngörür ve kapasiteleri 30 hektolitreyi aşamaz, içine ise ancak 25 hektolitre şarap konabilir. Damıtığın alkol derecesi azami 72 derece (hacimde) olabilir. Bu ve benzeri daha birçok ayrıntı yasalarla düzenlemiş. Yasalara karşı gelmek ise asla düşünülemez. Zaten yasalara uyumu polisler değil, konyak imalatçıları ve satıcılarının ortaklaşa oluşturduğu mesleki bir sivil kuruluş (Konyak Ulusal Meslek Bürosu) denetler. Kurallara uymayanlar derhal ticaretten dışlanırlar.


Ancak her şeyin kanun şemsiyesi altına alındığını söylemek biraz haksızlık. Mesela adı geçen ve diğer ilgili kanunlar konyağın dinlendirileceği fıçıların meşe olması gerektiğini söyler de bunun hangi ormandan kesilmesi gerektiğini söylemez. Oysa konyak üreticileri arasında sözbirliği edilmişçesine yalnız ve yalnız Tronçais ve Limousin meşeleri kullanılır. Yasalar imbikten su berraklığında akan konyağın o asil rengini alması ve bu arada alkolün meşedeki tanenleri ısırarak koparması ve onlarla zenginleşebilmesi için asgari otuz aylık bir fıçıda bekletme süresi öngörür. Buna karşılık hiçbir konyak üreticisi bu süreyle yetinmez. Şişeye konan en ucuz konyak bile daha uzun bir dinlendirmeden geçmiştir.

Konyak şişelerinin üzerinde yazan ‘‘V.S.’’, ‘‘V.S.O.P.’’, ‘‘X.O.’’ gibi ibareler için yasanın öngördüğü yıllandırma sürelerine hiçbir konyak firması uymaz. Yasa üç yıl dinlendir derse, onlar ağızbirliği etmişçesine beş-altı yıldan önce fıçıdan çıkarmazlar içkiyi. Beş yıl diyorsa, on yılı az bulurlar. Demek ki, yasaları koymak yetmiyor, yapılan işe saygı, ürününü benimseme, kamu vicdanı ve ticari ahlak da gerekiyor.

EN GENCİ 38 YAŞINDA Öte yandan içtiğimiz konyaklardan bahsetmezsem, çatlarım doğrusu. Bay Chapeau, bize Konyak bölgesinin en zarif şarabını veren Grande Champagne, onu izleyen kalitedeki Petite Champagne ve onları sırası ile takip eden Borderies ve Fins Bois bölgelerinden elde edilmiş ve kimi imbiğin musluğundan doldurulmuş, kimisi ise çok kısa süre saklandığı fıçıdan ana bağrından koparılıp alınmış gibi şişelere konmuş örnekler tattırdı. 1995 ve 1997 ürünleri olanca hamlıklarına ve 70 derecelik sertliklerine rağmen, içki uzmanlarının asla kaçırmayacağı çiçeksi ve meyvemsi kokularını da bağırlarında taşımaktaydı. Petite Champagne'dan gelen 1979 tarihli örnek ise yavaş yavaş olgunlaşmaya başlayan bir konyağın çocuksu yanlarını sergilemekte ne kadar başarılıydı!

Yukarıda anlatılan konyaklar -hatta çoğu yeterince veya hiç fıçıda bekletilmediği için ‘‘konyak’’ adını haketmiyordu- ticari olmayan numuneler. Satılmaları mümkün değil. Ancak böyle bir profesyonel tadımda görülmeleri ve içilmeleri mümkün. Ama bunları tatmadan da ardından gelen ticari örnekleri gereğince takdir etmek mümkün değil. Tam açılımı ‘‘Very Special’’ (Çok Özel) olan V.S. konyaklara dudak büküp geçmek artık hiç mümkün mü? Konyak sırıflandırmasında en alt sırada yer almaları da mutlaka belli bir düzeyin üzerinde bulundukları gerçeğini değiştirmiyor. Bay Chapeau hiçbir eli yüzü düzgün V.S. konyağın kırktan az değişik konyağın harmanından oluşmadığını söyledi. ‘‘Very Special Old Pale’’ (Çok Özel Eski ve Soluk) denilen V.S.O.P. konyaklarda ise, dinlendirme süresi yedi yıldan az olmamakla birlikte, çoğu firma yirmi beş yıla uzanan bir süreyle altmışa yakın farklı konyaktan oluşan bir harmanı fıçıda dinlendirmekte. Benim favorim ise bu tadımda içtiğimiz Hennessy X.O. oldu. Yaklaşık elli yıllık bir dinlendirme ve yüze yakın mükemmel konyağın harmanından oluşan bu içkideki kuru meyveler -ve bilhassa kuruüzüm- tadı ve konyağın derinliği çok etkileyiciydi doğrusu.

Her konyak meraklısının koleksiyonundan asla eksik etmediği dünyanın en zarif içkilerinden biri olan ‘‘Hine’’ın 1953 Grade Champagne'ını herhalde uzun süre unutmak mümkün olmayacak. Bu kadar ince, zarif, hoş bir konyağı koklamak bile insanın başını döndürmeye yetiyordu. Hele Bay Chapeau'nun ne yapıp edip bulduğu bir 1972 ‘‘Early Landed’’ Hine ise önümde bambaşka ufuklar açtı.

Vaktin çok gecikmesinden degüstasyonun en muhteşem eseri, Richard Hennesy -tıpkı bu yazıda olduğu gibi- sona ve biraz da dona kaldı. Böylesine bir konyağı beş-on dakikada tatmak sözkonusu bile değil. Müthiş bir aşk yaşanabilecek bir konyakla biz sadece tanışıp el sıkışabildik. Düşünün ki Richard Hennessy'nin içinde iki yüz değişik konyağın inanılmaz bir dengesi ve bu denge içinde birlikteliği sözkonusu. Bu konyakların en genci otuz sekiz, en yaşlısı ise yüz otuz sekiz yaşında! Böyle bir içki karşısında ayağa kalkıp şapkayı çıkarmak ve önce Richard Hennessy'yi, sonra da bize onu tanıştıran Bay Chapeau'yu derin bir reverans yaparak selamlamak geldi hepimizin içinden. Richard Hennessy'nin bir şişesinin üç bin dolarlık (yaklaşık yedi yüz elli milyon Türk Liralık) fiyatı ise konyağı tanıyan biri olarak bizi hiç mi hiç etkilemedi doğrusu.


12 Nisan 2012 Perşembe

GİORA FEİDMAN

...haydi oradan, klarnet konuşur mu hiç! dememeyi  öğretiyor bize üstad...

derki;
"müzik sınırları çözer"
"dünyaya ticaret yapmak için değil, ruhsal olarak büyümek için geldik. bu ruhsal büyüme sanatla paralel değilse başarısız olur. mcdonald's ya da rekabet sana bunu veremez. öğreneceğimiz ilk şey, her şeyden önce insanlık ailesinin bir üyesi olduğumuzdur."

"hem şarkı söyleyip hem nefret edemezsiniz"
"nefret doğal mı bilmiyorum; ama şarkı söylemenin nefretin çaresi olduğunu biliyorum. nefret içeren sözleri olan şarkılar yok mu? ama bu sözlü iletişimdir, müzikal değil. 'bu müzik yahudi düşmanı', 'bu müzik türk karşıtı' denemez. müziğin gururu yoktur."

derlerki;
bu biricik klarinet şairi, daha sadece 18 yaşındayken buenos aires*' teki grand teatro colon' da en önemli enstrümanistlerinden biri konumunda çalmaya başladı... 20 yaşına geldiğindeyse maestro paul kletzki; kendisine israil filarmoni orkestrasına katılmasını teklif etti..teklifi kabul etti ve tam 20 yıl boyunca israil filarmoni orkestrasında çaldı.. ayrıca telaviv konservatuarında profesör sıfatıyla eğitimcilik yapmıştır ve kendisi hem dinleyici kitlesi, hem de akademik çevreler tarafından çok sevilmekle birlikte yahudi müziğinin dünyadaki bir numaralı icracısı ve tanıtımcısıdır...
bir de adı; baştaki g harfi atlanarak iora /yora şeklinde okunur..

düngeceduyupdurupdüşünüpdurduklarım

Yaşam toprakta başlar..
Hayata almaya değil vermeye geldiniz...
Haketmediğiniz bir şey uzatıldığında hayır! diyebilmelisiniz...
Temel ihtiyaçlarımız; barınma, yeme-içme, sağlık, öğrenme...
Gerisi kalabalık,israf!Kendinizin kahramanı olun
Yaşamak için yaşatın!
İhtiyacından fazlasını harcarsan, kendini ve geleceğini harcarsın..

Mustafa Kandıralı...

...siz de hatırlayacaksınız; TRT'deki bayram sabahlarından, çalındı mı kulağınıza şimdi eski zamanlar...
Mustafa Kandıralı,
İzmit'in Kandıra kazasında 1930 yılında doğmuştur,  klarnet çalar. 1960'lı senelerde ABD'de konser turu yapmislığı var. Dünyaca ünlü klarnetçi.
13 yaşında Kandıra’daki evinden kaçıp yürüyerek İstanbul’a gelen Mustafa Kandıralı 50 yılı aşkın bir zaman dilimi içindeki sanat yaşamına onlarca plak, 20’den fazla kaset sığdırdı. 
 Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Zeki Müren gibi değerli yorumculara eşlik etti. Yeteneği, çalışkanlığı, esprili mizacı, seyirciye ve çalışma arkadaşlarına olan saygısı ile müzik dünyasında bir ekol yarattı. Sadece Türkiye’de değil yurtdışında da bir klarnet ustası olduğunu ispat etti, hayranlar edindi. Louis Armstrong ile beraber çaldı. Dünyanın dört bir tarafında yapılan konserler ve resitallere katıldı.

5 Nisan 2012 Perşembe

İsmail Gaspıralı...

                                     "Millete hizmet etmek istiyorsan, elinden gelen işle başla...."
                                              "Tek kanatlı kuş uçamaz..."
                                                       "Dilde, fikirde, işte birlik.."   


                                                         İsmail Gaspıralı
                                                       (Bahçesaray, 1851 - Bahçesaray, 1914)

Bütün Türk dünyasındaki millî uyanış hareketlerinin büyük öncülerinden olan İsmail Gaspıralı Bahçesaray yakınlarında Avcıköy'de, Mustafa Ağa'nın oğlu olarak dünyaya geldi. Mustafa Ağa okumuş ve Türksever bir insandı, teğmenlikten emekli olarak Bahçesaray'a yerleşmişti.

İsmail Gaspıralı ilk öğrenimini yaptıktan sonra, Akmesçit lisesine gitmiş; iki yıl sonra da Moskova Askeri Lisesi'ne geçmiştir. Gaspıralı orada başka ülkelerden gelen Türk öğrencilerle tanıştı. Okuldaki panslavist hareketler, onu Türk milleti üzerinde düşünmeye yöneltti. 1867'de altıncı sınıfta iken, Türklerin tek hür ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu'na gitmeyi ve o sıralardaki Girit savaşına katılmayı kafasına koydu. Bir kayıkta kırk beş gün kürek çektikten sonra Don nehrini geçerek Odesa'ya geldi, ancak pasaportu olmadığı için Ruslar tarafından yakalanarak Bahçesaray'a gönderildi.

Bu olaydan sonra bir daha Moskova'ya dönmedi., Menli Giray'ın kurduğu medresede Rusça dersleri vermeye başladı. 1869'da Yalta Dereköy'e gelerek burada burada yeni bir usulle Türkçe dersleri vermeye başladı. Onsekiz yaşındaki bu delikanlının ülküsü bütün Türk dünyası için , İstanbul Türkçesini esas alan ortak bir Türkçe kurmak ve Türkler arasındaki birlik şuurunu uyandırmaktı.

1871 yılında Paris'e gitti. Bilgisini artırmak için çalışırken, geçimi için de Rus romancısı Turgenyef'e sekreterlik etti. Batı medeniyeti içinde yaşayarak, tanıdı ve inceledi. 1874'de İstanbul'a geldi.; Ceride-i Askeriye'de tercüman olarak çalıştı. Sonra Kırım'a döndü. Burada köylülerin, beylerin, mirzaların ve ulemanın hayatını yakından tanıdı 1878'de Bahçesaray belediye reisi seçilerek dört yıl bu görevi yürüttü. 1879'da gazete çıkarmak istedi ise de çar buna izin vermedi . Genç Molla imzası ile Tavrida gazetesinde Rusça makaleler yazdı. Bu yazılarını daha sonra "Rusya Müslümanlığı" adıyla yayımadı. Temel düşüncesi "Türk toplulukları okullar ve medreselerinde çağdaş ilim ve sanatları kendi dilinde okutmalıdır" oldu.

Nihayet 1883 yılının 10 Nisan günü Bahçesaray'da Tercüman gazetesini çıkardı. Gazete bütün Türk dünyasına yayıldı ve büyük heyecan uyandırdı. Bu gazete Gaspıralı'nın sevgili eşi ve ateşli bir türkçü olan Zühre Hanım'ın mücevherleri ile çıkmıştır. Zühre Hanım 1903 yılında ölmüş ve Bahçesaray'da Menli Giray türbesine gömülmüştür.

Gaspıralı Türk lehçelerinin, yabancı diller yerine birbirlerinden kelimeler alarak zenginleşmesini ve İstanbul Türkçesini esas alınarak ortak bir yazı diline kavuşulmasını sürekli savundu. Onun "Dilde, fikirde,işte birlik" sözü bugün de bütün Türk dünyasının ülkü ve ilkesi olmak değerindedir.

Gaspıralı hem yazdı hem de yılmadan , usanmadan Türk dünyasını gezerek konferanslar verdi. Onun tesirinde yetişen gençler Türk dünyasının her yanında çeşitli gazeteler ve kitaplar yayımladılar.

İsmail Gaspıralı 11 Eylül 1914 günü vefat etti. Cenazesi büyük bir cemaatle kaldırıldı ve eşinin yanına defnedildi.

Eserleri : Rusya Müslümanları (1881) , Mirât-ı Cedid (Bahçesaray, 1882), Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene (İstanbul, 1885) , Hâce-i Sıbyan ( Bahçesaray, 1893) , Atlaslı Cihannâme (Bahçesaray, 1894), Mekteb ve Usul-ü Cedid Nedir ( Bahçesaray, 1894) Dârürrahat Müslümanları yaki Acaib-i Diyâr-ı İslâm (Bahçesaray, 1909) Halebâ Vebası ve onun Daru devası, Bahçesaray.